Sepette ürün yok.

KIRILMA HATTI
Hızla değişen, yıkarak ileriye sarılan dinamikler, doğa ile insan arasındaki ilişkinin giderek karmaşıklaştığı bir sahneyi gözler önüne seriyor. Doğayı evlerimize bir saksıda hapsettiğimiz, sadece bir arka plan olarak gördüğümüz yanılgıdan ziyade, sorunsallaştırdığımızda; insan müdahalesinin yarattığı çatlaklar, ekolojik dengenin ötesinde varoluşsal bir sarsıntının da habercisi oluyor. “Kırılma Hattı” doğa ile insan arasındaki kırılgan ve daima birinin ötekini alt etmeye çalıştığı kırılgan ilişkinin, yıkım, müdahale ve yeniden doğuş süreçlerini; farklı disiplinlerden gelen on sanatçının özgün üretimleri üzerinden sorguluyor. Bu sergi sadece çevresel krizlere değil, aynı zamanda kültürel hafızanın, unutulmuş izlerin ve kaybolan bağların da görünür hale gelmesine olanak tanıyor.
Abdulvahap Uzunbay, yerleştirmesi ile, insanın doğa üzerindeki müdahalesini ironik bir şekilde ele alıyor. 120 adet kağıt tuğladan oluşan bu yapı, hem gerçek hem de kurgusal bir varlık olarak, toplumsal duyarlılık ve sorumluluk çağrısında bulunan çok katmanlı bir anlatıyı beraberinde getiriyor. Eser, yapısal düzenin dayatıldığı ortamda, izleyiciye hem varlık hem de yapısöküm deneyimini yaşatıyor. Ayşenaz Ayral, teknolojik aktarım süreçleri ile doğanın doğal düzensizliği arasındaki gerilimi mekânsal bir dil üzerinden yorumluyor. Tarama cihazı ile yüzey arasındaki geçici teması, ses ve görüntü bozulmalarıyla birlikte ele alan eser, izleyiciye yüzeylerin pürüzlü, beklenmedik doğasını hatırlatıyor; burada dijital beklenti ile organik gerçeklik arasında bir çarpışma yaşanıyor. Başak Çolak, doğadan koparılan ağaç parçasını merkeze alan çalışması, insan müdahalesinin getirdiği ekolojik kopuşu görsel bir dile dönüştürüyor. Yalnızlaşmış, köklerini topraktan koparılmış ağaç figürü, doğanın ve insanın karşılıklı etkileşimindeki zayıflamayı, varoluşsal yaraları ve yeniden bağlantı arayışını simgeliyor. Eser, izleyiciye doğaya yapılan müdahalenin etkilerini sorgulatan derin bir metafor sunuyor. Delal Eken, eserleri toprağın ya da suyun altında kalmış, ilk bakışta eriyip yok olan yapıların yarattığı sessiz hafızayı gözler önüne seriyor. Bu yapılar, doğanın yıkımı ile kültürel çöküş arasında, varlığın parça parça süregiden izlerini taşıyor. Görmezden gelinmiş ve silinmeye mahkûm edilmiş bu formlar, tanınmaz hale gelen hafızaların belirsiz sahnelerini ortaya koyarak, izleyiciye yok oluşa doğru süregelen bir ortak kaderi hatırlatıyor. Eylül Civelek, metinsel ve görsel anlatımı, bireyin doğayla kurduğu derin, içsel ilişkiye odaklanıyor. Her bireyin kendi kök izleriyle, geçmişin ve geleceğin sessiz arayışında yer aldığı bu çalışma, varoluşun ve kimliğin sürekliliğini şiirsel bir dille sorguluyor. İzleyici, kendinde ve çevresinde var olan farkındalık ve bağlılık izlerini yeniden keşfetmeye davet ediliyor. Hüseyin Güler, İstanbul’un yoğun temposundan uzak, sessiz ekolojik alanların dönüşümünü belgeleyen fotoğraflarıyla, doğanın insan müdahalesi altında nasıl sessizce evrildiğini ortaya koyuyor. Kent yaşamının gürültüsünden uzak bu görüntüler, izleyiciyi konfor alanının dışına çıkarıp, doğanın görmezden gelinen ama hayati önem taşıyan yönlerini yeniden fark ettiriyor. Kaan Sümer, botanik yerleştirmesi, yaşamın kapalı bir sistemde nasıl bozulduğunu ve entropik sürecin izlerini sergiliyor. Cam, su, yosun, taş ve bitkinin bir araya geldiği bu eser, gezegenimizin sürekli dönüşümünü ve zamanla erozyona uğrayacak olan doğal dengenin kırılganlığını temsil ediyor. Burada, yaşamın sürdürülebilirliği hem fiziksel hem de kavramsal bir boyutta sorgulanıyor. Nisan Talaz, kil üzerinden kurguladığı çalışmalar, doğum, ölüm ve yeniden doğuş döngüsünü somutlaştırıyor. Malzemenin doğaya has şekillenebilirliği ile insanın yapı verme arzusu arasındaki gerilimi ortaya koyan eser, ekolojik ve kültürel bağlamda yeni anlamlar inşa ediyor. Doğa-kültür ikiliğinin yeniden yorumlandığı bu çalışma, estetik ve kavramsal denge arayışının izlerini taşımakta. Seçil Büyükkan, doğa ve insan arasındaki köksüzlüğü, aynı zamanda güç ve dayanışma olarak yeniden yapılandırıyor. “Banyan” ağacının ilham kaynağı olduğu bu soyut figürler, kopukluk içinde bile var olmanın, yeniden birleşmenin ve kutsal enerjiyi yakalamanın mümkün olduğunu vurguluyor. Eser, izleyiciye varlığın yeniden inşa edilebileceğine dair umut dolu bir mesaj sunuyor. Şafak Kocaoğlu, Kazdağları, Fatsa ve Kışladağ’dan uydu görüntülerinde tespit edilen altın madenciliğinin bıraktığı yaraları, ahşap plakalar üzerine işleyerek, doğanın maruz kaldığı yıkımı ve insan müdahalesinin kalıcı izlerini gözler önüne seriyor. Doğaya kazınan bu anlatılar, ekolojik hafızanın, tarihsel tanıklığın ve doğa ile insan arasındaki karmaşık ilişkinin sessiz çığlıkları olarak yorumlanabilir.
“Kırılma Hattı”, sanat aracılığıyla bir yüzleşme alanı açıyor. Bu yüzleşme, yalnızca doğaya değil; onunla birlikte yok saydığımız hafızalara, silikleşen bağlara, bireysel sorumluluklarımıza ve geleceğe dair tahayyüllerimize de yöneliyor.